10 Mayıs 2016 Salı

Nika Ayaklanması

Ölmek,uyumak sadece (...) Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda
.
Hamlet, Shakespeare
.
.
.
Düşerken adı Zehra'ydı, bunu biliyor. Otel odasının banyosunda başını önce lavaboya, sonra küvetin kenarına vuran genç kadın parlak mermer zemine düşerken adının Zehra olduğunu biliyor; soyadı Ertan, Zehra Ertan. Bunu aklımda tutmam gerekiyor diye geçirdi mi içinden, sonradan mı böyle bir yakıştırmada bulundu, bunu bilmesi -bilmemiz- olanaksız; çünkü düşüşten sonra başka bir dünyaya ait olduğunu, adların önemsizleştiği yarı saydam, yarı gerçek yarı düş, korkudan, arzudan, tutkudan ve kaygılardan azade bir aleme girdiğini seziyor; bilmiyor da seziyor, artık her şey sezgiden ibaret zaten.
Kafasında bir cephanelik patladığını seziyor, damarlarının yırtılır gibi olduğunu seziyor; son anda lavaboya tutunma çabasının bir işe yaramadığını seziyor; parlak lavabo kenarının elinden kayıp gittiğini seziyor; sağ yanağının değdiği mermer zeminin sıcak olduğunu seziyor; burnuna toprak kokusu geldiğini seziyor; belki de toprağın altındayım, belki de gömüldüm sezgisi cılız bir ışık gibi yanıp sönüveriyor zihninde. Sonrada karanlık geliyor, uçsuz bucaksız karanlık, onu sevecen bir rahim gibi saran güzel karanlık. işin tuhafı bu gömülmüşlük duygusunun Zehra'da hiçbir korku ya da kaygı yaratmamış olması. Otelin zemin katındaki odasının banyosundan aşağılara, toprağa doğru çekildikçe, içine yayılan huzur ve dinginlik daha da artıyor, yaşamında ilk kez, onca korktuğu ölümün pek de kötü bir şey olmadığını seziyor. Ölmek güzel, ölmek sakin, ölmek korkutucu değil; durgun bir liman.
 Bu andan sonra dünya gitgide uzaklaşıyor, uzaklaşıyor, tam yok olmaya yüz tutmuşken Zehra bir ses duymaya başlıyor. Sağ yanağını ısıtan mermerin altından gelen, yumuşak, tekdüze, inlemeyle yakınma arası ama ne dediği anlaşılmayan, boğuk bir ses bu. Elbette boğuk olacak, çünkü çok derinlerden geliyor gibi. Zehra bir süre sonra bu sesin sandığı gibi konuşmadığını, mırıldanmadığını, inlemediğini, ancak daha önce hiç duymadığı garip, gizemli, tuhaf bir ezgiyle şarkı söylediğini anlıyor. Uzun seslerle söylenen, mistik, yakınma dolu, neşeden uzak, içinde ilahi bir şeyler barındıran ama bir yandan da yerde, bilincinin büyük bölümü uykuya dalmış Zehra'nın tüylerinin diken diken etmeye yetecek kadar tuhaf bir ezgi bu; sesin sahibi erkek. Şarkının hangi dilde söylendiğinin anlamıyor Zehra; Türkçe değil; İngilizceye ya da kulak aşinalığı olan başka bir dile de benzemiyor. Giderek yerin altına, toprağa doğru kayan Zehra o sırada şarkının kesildiğini ve kendisine birinin seslendiğini duyuyor. Duymasına duyuyor ama "Beni duyuyor musun?" sorusuna uzun süre cevap veremiyor. Soru birkaç kez tekrarlandıktan sonra Zehra duyduğunu söylüyor ama bunu nasıl dile getirdiğini bilmiyor. Ağzından ses çıkmıyor, kafasının içinde olup bitiyormuş gibi her şey. O sesimsi şey -ses diyeceğiz artık ona, çünkü başka bir dünyevi sözcük yok bunun için- başının ağrıyıp ağrımadığını soruyor, Zehra "Galiba" diye cevap veriyor;"sanırım ağrıyor."O ses gülüyor,"Anladım" diyor,"çünkü bu ağrıyı bilirim.""Nereden bilirsin?" diye soruyor Zehra. Ses,      "Çünkü benim de başım ağrımıştı" diye yanıtlıyor onu.
 Zehra'nın kafasının içindeki konuşma devam ediyor;
 "Ne zaman ağrımıştı?"
 "Darbe aldığım zaman."
 "Ne darbesi?"
 "İsyan sırasında başıma aldığım darbe."
 "Cop mu, gaz kapsülü mü, TOMA mı?"
 "Hayır, Thomas orada değildi, Belisarios vardı."
 "Kim?"
 "Belisarios."
 "O da kim?"
 "Saldırıyı o yönetiyordu."
 "Polis şefi mi?"
 "Hayır, Muhafız Birliği Komutanı zalim Belisarios."
Bu sözler üzerine Zehra duraksıyor. Yerin altında olduğunu öne süren kişiye, Nika isyanından ve oradaki Belisarios'tan mı söz ettiğini soruyor. Evet yanıtını alınca garibine gidiyor ve bu telepatik sohbetin nasıl mümkün olabildiğini soruyor. Hangi dilden konuşuyorlar, o dili hiç bilmiyor, daha önce hiç duymadığı halde , -eğer buna konuşma denilebilirse- konuşuyor, en azından anlıyor, öteki adam da onu anlıyor.
 "Daha önce duyamazdın zaten" diyor ses. "Çünkü ölülerin dilini konuşuyorsun."
 "Böyle ayrı bir dil mi var?"
 "Ölüler diyarında tek bir dil vardır; insanlar hangi dili konuşursa konuşsun, öldüğü anda hepsini unutur ve ölmüş olan herkesin bildiği dili konuşmaya başlar."
 "Bu dili anladığıma göre ben de mi öldüm?"
 "Henüz değil ama bize hızla yaklaşıyorsun, sesimin sana bazen gelip bazen yitmesi bu yüzden işte. Dünya seni çekiyor, biz de aşağıdan çekiyoruz. Hep böyle olur."
 "Dur, dur, bir dakika, aklımı toplayayım, sen neredesin, var olmayan sesin yerin altından geliyor, kendin neredesin?"
 "İşte dediğin gibi, yerin altındayım, tam senin altındayım."
Gerçi çok derindeyim ama yinede yattığın yerin tam altında ben varım, yani bir anlamda üstüme düştün, çünkü buraya gömdüler bizi, o gün otuz bin kişiyi öldürüp hemen oracığa gömdüler. Ben yaralı olarak biraz sürünüp buraya, sarayın duvarına kadar geldim ama ölümden kaçamadım, kimse kaçamaz zaten."
Zehra ölüye ne zaman öldüğünü, ne zaman gömüldüğünü, kaç zamandır orada yattığını soruyor. Ölü biraz duraklayıp hesaplamaya çalıştığını söylüyor, sonra hangi yılda olduklarını öğrenmek istiyor. 2014 yanıtını alınca da kısa bir hesap yapıp ölümünün üstünden tam 1482 yıl geçmiş olduğunu söylüyor. İsa Mesih'in dünyayı şereflendirmesinden beş yüz on bir yıl sonra doğmuş, 532 yılında da ölmüş. Zehra nedense hiç şarşırmıyor buna; zaten dünyaya ait şaşırma, korkma, sevme gibi birçok duyguyu yitirmiş bir halde; kalan bir iki duygu kırıntısı ise onu hızla terk ediyor, buna karşılık sezgileri güçleniyor.
Bu sefer ölüye nasıl öldüğünü soruyor; ölü ona doğal yolla ölmediğini, başına inen bir kılıç darbesiyle öldürüldüğünü söylediğinde, sanki bunu zaten bildiğini düşünüyor. Zehra onu, Belisarios dediği adamın öldürüp öldürmediğini soruyor.
 "Hayır, o komutandı, onun askerlerinden birisi öldürdü; iri yarı bir Balkan köylüsü, aynen imparator gibi, aynı bölgeden."
 "Hangi imparator?"
 "Justinianos."
 "O da mı Balkan köylüsüydü?"
 "Evet Balkanlar'dan gelmiş bir köylüydü, karısı olan imparatoriçe de bir fahişeydi."
 "Fahişe mi?"
 "Evet, çocukken fahişe olmuştu, genç kızlığı da öyle geçti. Eskiden, öldürüldüğüm yere çok yakın bir sirkte çalışırdı; ayı bakıcısının kızıydı. Çocukken birçok şehirli kullanırdı onu, babam bile."
 "Baban mı?"
 "Evet babam, Kapadokya'lı Petrus. Çocuk fahişe Theodora'nın aşkına düştüğü için canından oldu, çünkü aşkı ölene kadar devam etmişti; sirkte kucağına oturan kız çocuğu imparatoriçe olduğu zaman bile. Kendisini deliye çeviren bu aşkı ve özlemi orada burada anlattığı, hatta çocuğun anatomik detaylarına girerek tasvir ettiği için, hafiyeleri, yoluyla durumu öğrenen imparatoriçe onu yakalattı, önce zindanda işkence ettirdi, dilini kerpetenle koparttırdı ve orada kan kaybından acılar içinde ölmeye terk etti. Çünkü Theodora artık bir Hırıstiyan azizesiydi. Azizelerin belden aşağısı hakkında konuşulmaz bilirsin."
 "Nereden bileceğim?"
 "En azından tahmin edersin diye düşündüm."
 "Nerede öldürüldün peki?"
 "Dedim ya, buraya yakın bir yerde, Hipodrom'da Ayasofya'nın yanında."
 "Sultanahmet'te mi yani?" diye sordu.
 "Şimdi öyle diyorsanız öyledir; benim zamanımda oraya Hipodrom denirdi, yüz bin kişilik bir hipodrom vardı çünkü, diktatörün sarayı da oradaydı, saraydan Hipodrom'daki imparatorluk locasına bir bağlantı vardı."
 "Şimdi Ayasofya duruyor ama karşısında bir cami var, hipodrom yok."
 "Hipodrom yok mu?"
 "Yok!"
 "Peki araba yarışları nerede yapılıyor?"
 "Araba yarışları da yok."
 "Nasıl olabilir bu? Halkın tek eğlencesi yok mu oldu? Peki, ne yapıyor insanlar?"
 "Ayaklarıyla topa vurarak oynayan takımları izliyorlar; stadyum denen yerlerde toplanıyorlar."
 "O takımların renkleri var mı?"
 "Evet, var tabii; mesela sarı-lacivert, sarı-kırmızı, siyah-beyaz...."
 "Hayret, aynen bizim Maviler ile Yeşiller gibi. Bu takımları tutanlar birbirine kızıyor mu?"
 "Hem de nasıl, kavga gürültü çıkıyor, ölenler oluyor. Birbirlerine düşman gibiler ama hükümet karşıtı gösterilerde birleşiyorlar."
 "Aynı bizim gibi" diyor ölü yine. "Mavilerle Yeşiller birbirini boğazlardı, ben Yeşillerdendim, bir Mavi gördüm mü çılgına dönerdim ama imparatora karşı birlikte isyan ettik, o gün omuz omuzaydım, kavga etmiyorduk."
 "Aaa diyor Zehra -artık nasıl dediyse, orasını o da bilmiyor biz de- "sanki burayı anlatıyorsun."
 "Zaten aynı şehri anlatmıyor muyuz, bu şehirde hiçbir şey değişmez, tekrarlanır durur, Senin gibi gelenleri dinleyince diyoruz ki, hep aynı şey, aktörler değişiyor sadece. Bir de kısa bir arayla oluyor bütün bunlar."
 "Kısa mı? Bin beş yüz yıl diyordun."
 "Evet ama, unutma ki ölüler için zaman sonsuzdur, mekan ise sınırlı."
 "Hiç böyle düşünmemiştim " diye itiraf ediyor Zehra.
Duydukları tuhaf şeyler ama daha önce de belirttiğimiz gibi genç kızın şaşırma duygusu yok olmuş durumda. Bu şehirde yaşarken yerin altını hiç düşünüp düşünmediğini soruyor ölü adam, Zehra hiç aklına gelmediğini söylüyor. istanbul onun için yerin üstündekilerden, caddeleri kaplayan uzun, yılankavi araba konvoylarından, insan kalabalıklarından ibaret. Ölü adam, yerin altında, üstündekilerinden çok daha fazla insan olduğunu söylüyor. Zehra'ya yeryüzünde, tam üstündeki noktada ne aradığını soruyor.  Ancak o zaman Zehra, bu yeni otelin bir Bizans sarayı üstüne yapıldığını hatırlıyor. Büyük gürültü koparan, basında günlerce tartışılan bir konu olmuştu bu. Zehra ölüye adını soruyor;Marcus olduğunu öğreniyor. Konstantinapolisli Marcus, ölü Marcus, hem de bin beş yüz yıldır ölü Marcus, ölü olmanın çok iyi bir şey olduğunu söylüyor.
 "Neden diye soruyor Zehra."
 "Çünkü korkudan kurtuluyorsun. Ölü, ölümden korkmaz."
 "Ya aşktan, ondan da kurtuluyor musun?"
 "İşte onu bilemiyorum; burada hiç bir duygu yok ama bazen babamın hala imparatoriçeye aşık olduğunu düşünmeden edemiyorum. Çünkü ona hiç toz kondurmuyor."
Zehra, Theodora da bu akşamki davete katılanlar gibi şıkırtılı bir şeydi herhalde diye düşünüyor ve aklı davete gidiyor. ne kadar da güzel başlamıştı her şey, ama doğruymuş; ölüm insdana şahdamarından daha yakınmış; yine de hiç korkmuyor olması garip değil mi?

********************************************************************************************************************************

Yukarıdaki satırlar Zülfü Livaneli'nin "Konstantiniyye Oteli" isimli kitabından. Kitap tarihi bir kitap değil ama giriş kısmında anlattığı Nika ayaklanması ile ilgili kısım yaşananları ete kemiğe büründürüyor ve geçek üstülüğün etkisi ile sizi Nekropolise veya hipodroma götürebiliyor.


*********************************************************************************************************************************




Bugünkü Sultanahmet parkı, Roma ve Bizans imparatorlukları döneminde, Hipodrom( Atmeydanı ) adıyla anılmaktaydı. Alan, İsa’dan 196 yıl sonra Roma İmparatoru Septimus Severus tarafından yaptırılmaya başlanmış, Konstantin zamanında bitirilmişti.
Hipodromda kanlı gladyatör dövüşleri ve araba yarışları yapılırdı. Bu kanlı dövüş ve yarışlar, özellikle Bizans’ın günlük yaşantısının ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Hipodromu çevreleyen tribünler, 30 – 40 basamaklıydı ve söylentilere göre otuzla yüz bin kişi arasındaki seyirciyi alabilecek büyüklükteydi. Önceleri hipodromda yırtıcı hayvanlarla da gösteriler yapıldığından, seyircileri hayvanların saldırısından korumak için, tribünlerin önüne derin hendekler kazımıştı.


Hipodromun dört kapısı vardı. Bunlardan üç tanesi Bizans halkının girmesi içindi. Dördüncü kapı imparatorlar için yapılmıştı. İmparatorların gösterileri izlediği bölümün halkın oturduğu tribünlerle hiçbir ilgisinin bulunmamasına özellikle dikkat edilmişti.
Daha sonraları, hipodromda sadece araba yarışları yapılır oldu. Yarışlar, “Maviler” ve“Yeşiller” diye adlandırılan iki grup arasında yapılırdı. Gruplara bu adlar verilmesi, yarış sırasında sürücülerin giydikleri elbiselerin renklerinden dolayı verilmişti. Bugün futbol maçlarında, seyircilerin stadyumlarda türlü renklerde formalar giymiş takımları tutmaları gibi, o günlerin Bizans’ında da halk mavileri ve yeşilleri tutanlar diye ikiye ayrılmışlardı. Tribünlerin sağ yanı Mavilere, sol yanıysa Yeşillere ayrılmıştı. Zamanla bu araba yarışları siyasal bir nitelik kazanmaya, Bizans’ın toplum hayatına etki yapmaya başlamıştı.
Maviler ve Yeşiller güçlü birer örgüt haline gelmişlerdi. Araba yarışları için at yetiştirilen özel çiftlikleri bile vardı bu örgütlerin. Yenilen taraf, zaman zaman aşırı taşkınlıklar yapar, çok kere Mavi ve Yeşili tutanlar arasında kanlı kavgalar çıkardı. Bu kanlı kavgalar bazen büyür, imparatora karşı yönelmiş bir ayaklanma havasına dönüşürdü. İmparator locasına doğru bağırılır, hatta taşlar atılırdı. Böyle durumlarda imparator, ailesini alarak acele saraya dönerdi. Zaten saray, hipodroma çok yakın bir yerdeydi.

Mavilerle Yeşiller artık birer spor kulübü olmaktan çıkmış, siyasal bir örgüt durumuna gelmişlerdi. Hangi taraf yarışmayı kazanırsa, Konstantinopolis’i yağma eder, cana da kıyarak koca şehri kana boyardı. Tarihe Nika Ayaklanması adıyla geçen isyan, böyle bir araba yarışının sonucu meydana gelmişti. İmparator Justinyanus, bu ayaklanma sonunda tahtını kaybetmek tehlikesi ile karşılaşmışsa da, Yeşillerden 30 bin kişiyi hipodromun ortasında öldürterek tahtını korumayı başarmıştı.  
M.S. 532 yılının 13 Ocak günüydü. On binlerce Bizanslı hipodromu doldurmuş, koridorlara kadar taşmıştı. Her kafadan bir ses çıkıyor, topluluklar ellerindeki yeşil ya da mavi bayraklarını birbirlerine karşı sallıyorlardı. Az sonra, devlet adamları ve kilisenin ileri gelenleri de kendilerine ayrılan özel localarına oturdular. Ardından da altın zırh ve miğferli imparatorluk muhafızları saray locasının etrafını çevirdiler. Güvenlik tedbirlerinin alınmasından sonra, İmparator Justinyanus yanında özel koruyucuları ve hadımlardan kurulu hassa birliği ile gelerek locasına oturdu.
İmparator kırmızı elbisesinin eteğiyle havada haç çıkararak halkı kutsadı. Bu aynı zamanda yarışın başlaması için bir işaretti. Çok geçmeden, yarış arabaları hipodroma girmişti. Mavilerin oturduğu tribünlerde ses kesilmiş, fakat yeşilleri tutan halkın gürültüsü sürüp gidiyordu. Justinyanus gürültüleri duymuyormuş gibi davranıyor, bağrışmaların kesilmesini sabırla bekliyordu. Ancak gürültüler azalacağına artıyordu. O zaman yanındaki yüksek rütbeli bir subaydan halkın ne istediğini sormasını emretti.
Yeşiller önce, kısa bir süre de olsa duraksadılar. Sonra yüksek rütbeli sabayın sorusuna su karşılığı verdiler: “ Tanrı İmparatora uzun ömürler versin. Girdiği her savaşı zaferle bitirsin. Fakat bizler adaletsizlikten yana çok acı çekiyoruz. Tanrı da tanığımızdır ki, İmparator bizlere karşı çok adil davranıyor. Ancak, saray ileri gelenlerinin yaptığı zulme daha fazla dayanamayacağız. Bizlere daha çok eziyet ederler, korkusuyla onların adını vermeye çekiniyoruz.

Bu çok ağır bir suçlamaydı. İmparator soğukkanlılığını koruyarak, sözcüsü durumundaki yüksek rütbeli subaya ”böyle bir şeyden hiç haberi olmadığını” halka söylemesini bildirdi. Yüksek rütbeli subayın imparator Justinyanus’un sözlerini halka iletmesi, Yeşillerin eşi görülmedik ölçüde taşkınlıklarda bulunmalarına yol açtı. Yeşillerin sözcüsü: “Demek hiç haberi yokmuş ! Madem ki haberi yokmuş, bari biz söyleyelim de öğrensin!.. Bize zulmeden Calopides’tir.” diye bağırdı.
İmparatorun sözcüsü: “Sizler buraya yüksek rütbeli saray adamlarına hakaret etmeye mi geldiniz?” diye karşılık verdi. Her kafadan bir ses çıkmaya başlamıştı. İmparatordan yana olan Maviler, Yeşilleri Yahudilik ve bozgunculukla suçluyor: “Sizlere ancak ölüm gerek!” diye bağırıyorlardı.
Hipodromdan yükselen sesler, Konstantinopolis’in en uzak köşelerinden duyulur hale gelmişti. Sonunda Yeşiller, protesto anlamına tribünleri boşaltmaya başladılar. Bütün bu olaylara bir gün önce bir odun tüccarı ile Yeşillerden önemli bir kişinin oğlunun bilinmedik bir biçimde öldürülmeleri yol açmıştı. İki taraf da suçu üzerine almıyordu.
Hipodromdaki kargaşalık üzerine, Justinyanus da özel locasından ayrılarak sarayına gitti. İmparator taraftarı olarak biline Maviler de yavaş yavaş hipodromdan ayrılmaya başlamışlardı. Oysa vakit, daha öğleyi bile bulmamıştı. Şehrin her yanında halk kaynaşıyordu. Gergin ve sinirli bir havanın elle tutulur duruma geldiği Konstantinopolis’te halk, gizliden gizliye silahlanıyor, bir çatışmaya hazırlanıyordu. Vali düzeni korumak ve Yeşilleri yatıştırabilmek için, öldürülen kimselerin katili olmasından şüphelenilen üç kişiyi yakalattı. Önce, bu üç kişiyi yargılattı, sonra da ölüme mahkûm ettirdi. İdam mahkûmları şehrin merkezinde, herkesin gözü önünde asılacaklardı.

Cellât birinci mahkûmu astı. İkinciyi asarken ip koptuğundan hüküm yerine getirilememişti. Halkın da beklediği buydu zaten. Bu duraklamadan yararlanarak muhafızlara saldırdılar ve asılmalarını bekleyen iki mahkumu cellatların elinden aldılar. Belki de hiç suçları olmayan bu iki adam bir sandala bindirilerek, Boğaz’ın karşı kıyısındaki Saint – Laurent Kilisesi’ne yerleştirildiler. Ölümden kurtarılan mahkûmlardan biri Yeşillerden, diğeriyse Mavilerdendi. Bundan da, düzeni koruma çabasındaki Vali’nin ne büyük bir şaşkınlık içinde olduğu anlaşılmaktaydı. Sabahleyin birbirlerine düşman olan Mavilerle Yeşiller, düşüncesizce verilen bu idam kararları sonucu birleşmişler ve imparatorluk sarayının önünde kalabalık gruplar halinde toplanmaya başlamışlardı. Tek istekleri haksız yere ölüme mahkûm edilen iki kişinin bağışlanmasıydı. Justinyanus halkın bu isteğini geri çevirdi. Öfkelenen halk da, olaylara sebep olan Vali’nin sarayına yürüdü.
Vali sarayı önündeki çatışma, kısa bir süre içinde meydan savaşı halini almıştı. Her yer, yaralı ve ölülerle kaplanmıştı. Bu sırada Vali’nin sarayında yangın çıktığı görüldü. Kolayca bastırılabilecek bir yangındı bu. Fakat, sarayın önündeki çatışma nedeniyle, kimse yangını söndürmek için en ufak bir çaba sarf edememişti. Bu yüzden yangın genişleyerek, rüzgarın da yardımıyla çevredeki evlere de sıçradı. O ara, ayaklananlar, hapishaneyi ele geçirerek bütün mahkumları serbest bırakmışlardı.
Asilerden ve mahkûmlardan oluşan bir insan seli, şehrin bütün semtlerine yayılmışlardı. Önlerine ne çıkarsa yakıp yıkıyor, değerli bir mal ele geçirirlerse, yağmacılığa başlıyorlardı. Bütün bir gece boyunca yağma sürüp gitti. Ertesi sabah, yani 14 Ocak 532’de, saldırgan bir insan seli yeniden imparatorluk sarayının kapılarına dayanmıştı. Saraydan çıkan yüksek rütbeli iki subay, isyancılarla görüşüp öfkelerini yatıştırmayı denediler. Ama bu çabaları boşa gitti. Binlerce insan, güçlerinin yettiğince bazı önemli kişilerin adlarını haykırıyordu.

İmparator, yüksek sesle adları söylenen ve yakınmalara sebep olan kişileri yerlerinden aldığını ve yeni atamalar yaptığını bildirdi. Fakat bu yeni atamalar da, halkın kızgınlığını yatıştıramadı. O geceyi korku ve kaygı içinde geçiren Justinyanus, ertesi sabah ayaklanmayı kaba kuvvete dayanarak bastırma kararını verdi. Özel olarak bu gibi durumlar için yetiştirilmiş ücretli askerlerden kurulu orduya, isyancıları dağıtmak için her yola başvurabilecekleri bildirildi. Halkla askerler arasında amansız ve kanlı bir savaş başlamıştı. Ayaklanan halk, önlerine kim çıkarsa acımadan öldürüyor, bunu yaparken karşısındakinin din adamı mı, kadın mı yoksa çocuk mu olduğuna aldırmıyordu. Çok geçmeden ücretli askerler arasında çözülme ve dağılmalar baş gösterdi. Can derdine düşmüşler, korku içinde imparatorluk sarayına doğru kaçmaya başlamışlardı.
Yağmacılık, korsanlık ve daha kötüsü cinayetler, 16 ve 17 Ocak günleri de aralıksız sürdü. İmparatora bağlı olanlar, ya da öyle sanılanlar öldürülerek denize atılıyorlardı. Kuyumcular çarşısında çıkartılan yangın, yağmacıları daha da saldırgan yaptı. Zenginler bulabildikleri kayıklarla, Boğaz’ın karşı kıyısına geçiyor, canlarını kurtarmak için her yola başvuruyorlardı. Şehir, yer yer çıkarılan yangınlarla bir harabe durumuna gelmişti. Hastaneler ve başta Ayasofya olmak üzere mabetler bile, isyancıların saldırısına uğramaktan kurtulamamıştı.
Ayaklanmanın altıncı günü olan 18 ocak sabahı, Justinyanus’un en güçlü generallerinden bir bölümü, halkı kontrol altına almayı başardılar. Bundan yüreklenen imparator, bir konuşma yaparsa, isyancıların yatışacağı kanısına kapılarak, büyük bir kalabalığın toplanmış olduğu hipodroma gitti. Çevresindeki muhafızların arasında, halka karşı locasından bir konuşma yaptı. Elindeki İncil’i göstererek:
“Bu kitap üzerine ant içerim ki, bana karşı bütün yaptıklarınızı bağışlıyorum. Emrim altına girerseniz, içinizden hiç biri ceza görmeyecektir. Olaylarda tek suçlu varsa, o da benim. Sizin suçsuz olduğunuzu kabul ediyorum. Acılarınızı görmezlikten geldim. Bundan sonra kimseye zulûm yapılmayacağına inanabilirsiniz.”
Önce birkaç cılız alkış sesi duyuldu. Fakat arkasından bu alkışları bastıran en ağır hakaretler yağmaya başladı. Binlerce ağız: “yalan söyleyen eşeğin birisin” diye bağırıyordu. İmparator locasına doğru sıkılan yumruklar karşısında, orada daha fazla kalmanın tehlikeli olduğunu anlayarak kaçarcasına sarayına döndü.
Olaylar öylesine çığırından çıkmıştı ki, isyancılar Justinyanus’u tanımadıklarını belirtmek için Bizans tahtına yeni bir imparator seçmeye karar verdiler. İmparator adaylığı için en uygun kimse, Justinyanus’un yeğeniHypatius’tu. Hypatius’un sarayı önünde toplanan isyancılar, dileklerini bildirdiklerinde, imparator adayı kesin bir cevap veremedi. Gerçi imparator olmak istiyor, fakat bir başarısızlık sonunda öldürülmekten korkuyordu. Yine de imparator olmak çekici geldi ve karısının yalvarıp ağlamalarına, “seni bu adamlar ölüme götürecek” demesine rağmen isyancıların teklifini kabul etti.

İsyancılar, imparator adayı Hypatius’u geleneğe uygun olarak bir kalkanın üzerine oturttular, fakat başına koyacak bir taç bulamadılar. Taç yerine Hupatius’un başına altından bir kolye taktılar. Böylece Justinyanus’un yeğeni biraz da komik bir törenle, isyancıların önderi ve Bizans imparatoru oldu. Halk hemen saraya yürüyerek, Justinyanus’un işini bitirmek istiyordu. Ama isyancıların yanında yer alan birkaç yüksek rütbeli subay:
“Biraz daha bekleyelim, elimizde yeterince silahımız yok. Zaten Justinyanus bize karşı koyacak durumda değil, Onun bütün amacı, bir an önce saraydan kaçarak şehri terk etmektir. Biraz beklersek, elimizi kolumuzu sallayarak saraya girebiliriz” dediler.
Bu düşünce, isyancılar arasında uygun görüldü. İmparatora kaçma fırsatı vermek için hipodromda toplandılar. Bu arada, yeni imparator Hypatius da locasına çıkarak kendisini kutlayanları sırayla kabule başlamıştı.
Öte yandan, Justinyanus ne yapacağını bilemez durumdaydı. Alevler sarayın duvarlarını yalıyor, hipodromdan kendisine hakaret yağdıran halkın sesleri duyuluyordu. İsyancıların tersaneyi ele geçirip bütün silahları yağma etmeleri onu çok sarsmıştı. İmparator gözü pek bir insan değildi. Generallerini ve saray ileri gelenlerini toplayarak kısa süren bir toplantı yaptı. Tahtını çoktan gözden çıkarmış, canını kurtarma derdine düşmüştü. Bunun için de kaçmaktan başka çıkar yol göremiyordu. Sarayın önünde üç günden beri demirli bulunan bir gemiye bütün hazinesini taşıtmıştı. Gemiyle kaçtıktan sonra, en güvendiği generallerinden biri, üç bin askeriyle bir ölüm kalım savaşı yapacak, başarı kazanırsa isyancıları kılıçtan geçirecekti.
Yapılan toplantıda, bütün bunlar konuşulurken, İmparatoriçe Teodora hiç sesini çıkarmamış, yalnızca dinlemişti. Sonunda sabrı taşarak:
“Kaçmaktan başka çıkar yol kalmayınca, kaçmaya kalkışmak adiliklerin en büyüğüdür. Yıllarca başında imparatorluk tacını taşıyan biri, tacını kaybedince hayatını da kaybetmelidir. Ben her zaman Tanrı’ya dua etmişimdir. Üzerimdeki imparatoriçelik pelerinimi aldığı zaman, canımı da alsın. Merak etme, üzerimizdeki şu koyu kırmızı pelerin, gerekirse, göz alıcı bir kefen de olabilir. Gemi hazır, deniz de sakin. İstiyorsan kaçabilirsin, Ama benim de geleceğimi sanıyorsan aldanıyorsun!..”

İmparatoriçe Teodora’nın bu sözleri, yalnızca, Justinyanus’u değil, toplantıda bulunanları ve generalleri de etkiledi. İmparatora bağlı kalmış askerler, ustaca bir manevrayla hipodromu kuşattılar. Önce kapılar tutularak isyancıların dışarı çıkmaları önlendi. Sonra da askerler tribünlerin üst basamaklarında mevzilendiler.
İsyancılar bu durumu hiç beklemiyorlardı. Kapana kıstırıldıklarında artık iş işten geçmişti. Üst basmaklara yerleşen askerler, isyancılara rahatça nişan alarak onları ok yağmuruna tutuyorlardı. Asiler, dışarı çıkmak için birkaç kere kapılara saldırdılarsa da geri püskürtüldüler. Az sonra mızraklanarak öldürülen isyancılar, üst üste yığıldıklarından kapıların önünde aşılması güç birer duvar meydana getirmişlerdi. Ok yağmuru uzun bir süre devam etti, İsyancılardan ayakta kalabilenlerin sayısı azalınca, askerler tribünlerden inip oklarıyla başladıkları öldürme işini kılıçlarıyla sürdürdüler. Akşam karanlığı çökerken isyancılardan bir teki bile canlı kalmamıştı. Ertesi günü cesetler hipodromdan dışarı taşınırken sayıldı ve alanın ortasında 30 bin kişinin öldürüldüğü anlaşıldı.
Yalnızca iki kişi bu kıyımda öldürülmemişti: İsyancıların imparator ilan ettikleri Hypatius ve kardeşi…
Askerler onları öldürmemiş ve kendilerinden hesap sorulması için hemen saraya götürmüşlerdi. Hypatius ve kardeşi, Justinyanus’un karşısına çıkarıldıklarında: “Biz, isyancıları oyunla hipodroma çekip yok edilmelerini sağladık. Tanrı imparatora uzun ömür versin, girdiği her savaştan zaferle çıksın.” dediler.
Justinyanus, bu çocukça yalan karşısında onlara şunu sordu: “ Çok güzel, ama madem ki isyancılar üzerinde böylesine etkiniz vardı da, neden şehrimi yakıp yıkmalarını önlemediniz?”

Justinyanus, Hypatius ve kardeşini işkence edilmek üzere askerlere teslim etti. Ayaklanma bastırılmış, Justinyanus yeniden tahtına kavuşmuştu. Hem de, her şeyin bittiğini sandığı anda… Bu durumu ne generalleri, ne de kendine bağlı kalan askerleri sağlamıştı aslında. Herkesin korkaklar gibi davrandığı, kaçacak delik aradığı bir sırada, pes etmeyen yiğit bir kadına, karısı imparatoriçe Teodora’ya borçluydu tahtını…

Kaynak:
*“Suikastlar ve Ayaklanmalar Tarihi”, Milliyet Yayınları, Yazı kurulu adına Nurdoğan Taçalan ve Turgut Etingü
*"Konstantiniyye Oteli", Zülfü Livaneli

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder